Öğretmen olarak daima yeniden şu şaşırtıcı deneyimi edindim: Ben dersi hazırlarken kendimi içsel olarak ne kadar çok tek tek somut çocuğa yönelip, onlara “Bunu sana nasıl en iyi şekilde, tam olarak açıklayabilirim?” diye sormuşsam, sınıf dersi o ölçüde ilginç buluyordu. Bir sınıf, sürekli devinim halinde olan karmaşık toplumsal bir sanat eseridir. Her bir çocuk, daima herkesi ilgilendirir.
Bukephalos hakkındaki öykü
Hazırlık sırasında insan öğretmen olarak öncelikle her tür bir sürü malzeme toplar. Bu yorucu olduğu kadar heyecanlı arayış, günümüzün genelde oldukça iyi okul kitapları sayesinde öyle kolaylaştı ki, onları ana bilgi kaynağı olarak kullanma kışkırtısı çok yüksek.Bu gerçi pratik ama iyi değil tabii, çünkü bilinmeyen topraklara keşif seyahati aslında bu hazırlığın önemli bir bölümüdür.
Waldorf Okulunda sınıf öğretmenleri, sınıfıyla ilerlemek istiyorsa, her dönemsel ders için görece kısa süre içinde büyük bilgi edinmek durumundadır. Zaman zaman konular Coğrafyadan Biyolojiye, ya da Tarihten Cebire, Kimyadan Fiziğe, Almancadan ev inşaatına ya da tarıma kadar değişkenlik gösterecektir. Bu çok çeşitlilik, örneklemelerle ilerlemeyi ve mümkün olanpek çok yoldan, bu sınıf için ve onların soruları ile gelişim durumları için en uygun olan yolu bulmayı zorunlu kılmaktadır.
Bu sırada önemli bir adım da, konu malzemesi bolluğunu güçlü, karakteristik resimler halinde yoğunlaştırabilmek ve bunları, canlı soluk alıp vermeye ve dillenmeye başlayacak şekilde kendi fantezisinde biçimlendirebilmektir. Örneğin eski Grek tarihinde İskender ele alınıyorsa, onun yaşamındaki hangi olaylarla, kısa ömrüne rağmen bugüne kadar “Büyük” olarak anılan bu kahraman hakkında doyurucu bir izlenim aktarabilmeyi sağlayayım sorusu ortaya çıkar.
Sınıf öğretmenlerinin severek anlattıkları bir öykü, atı Bukephalos ile ilgilidir: Bir gün İskender’in babası II. Philipp’e satın alması için şahane bir aygır sunulmuş. Ama yanına bir süvari yaklaştığında, daima ürkerek şaha kalkıp çifte atmaya başlıyormuş. Philipp bu duruma öfkelenmiş ve vazgeçmek üzereyken, on iki yaşındaki oğlu öne çıkmış ve bu atı ehlileştirebileceğini söylemiş. İskender atın dizginlerini eline almış, başını öte yana çevirmiş ve üstüne binip seyircilerin alkışları arasında dörtnala uzaklaşmış. Aslında atın, süvarilerin gölgelerinden ürkerek şaha kalktığını gözlemlediğinden, yularından tutup başını güneşe döndürdüğünde, at artık gölgeleri göremez olmuş. Philipp o atı satın alarak oğluna armağan etmiş ve ünlü sözlerini söylemiş: »Oğlum, git kendine ait bir krallık ara, çünkü Makedonya senin için fazla küçük!« İskender o günden itibaren daima Bukephalos’a binmiş ve daha sonra da büyük Doğu seferine onunla çıkmış. Atı otuz yaşında boğularak ölünce, onun onuruna bugün Pakistan Pencap’dakiJhelam kenti olan AlexandreiaBukephalos kentini kurmuş.
Bu tür bir öyküyü sınıfta sadece öylesine okumak yeterli olmaz, öğretmenin o sahneleri öyle renkli ve canlı tahayyül etmiş olması gerekir ki, bütün bunlar anlatı sırasında kokuları, şakırtıları ve sesleri, havanın sıcaklığı, göz kamaştırıcı güneş ve izleyicilerin yüzleri, hepsi birlikte bir yaşantıya dönüşebilsin.
Başlangıçta bunların yüksek sesle alıştırma yapılması yardımcı olur, daha sonra zihinde düşüncelere girer, hatta belki belli bir çocukla bağlantılı hale gelebilir. Bu süreç, imgesel bir alıştırmadır, çünkü oluşturulan resim, somut durumun ötesine geçen bağlantılar için şeffaf hale gelir. Bu örnekte, gözlem kabiliyeti, zekâ ve İskender’in mutlak istek ve iradesidir söz konusu olan. Bunlar da babasının sözleriyle bir kez daha ortaya konmuştur.
Uyuyarak resimden kavrama geçiş
Sonra bütün tahayyül ve tasavvurlarımızın üstüne unutma mantosunu örten uyku gelir. Ama gece bir şeyler olur – hem bizde hem de çocuklarda. Sinir bilimciler, günün yaşantı ve deneyimlerinin geceleri uykuda işlendiğini söylüyorlar: Anımsanabilir olan bilgi “sözel” bellekte çıpa atarken, başka uyku safhalarında yaşanılan deneyimler toplamının “süreçsel” bellekte işlenerek yeteneklere dönüştürüldüğünü belirtiyorlar.Sabah olduğunda çocuklar yeniden okula geldiklerinde, önceki gün yaşayıp deneyimledikleri uyku sayesinde biraz değişmiştir – tabii burada bu yaşananların uykuda dikkate alınmak için yeterince ilginç olmaları gerekir.
Şimdi burada başka bir ilginç gözlem daha var: ben öğretmen olarak önceki akşam bir resmin biçimlendirilip oluşturulmasına ne kadar yoğun dalmışsam, ertesi sabah ders planıma, “konuya” veya hatta resmin kendisine o ölçüde daha az yapışıp kalıyorum. Daha ziyade bambaşka bir şey oluyor: Çocukların bir gün önce öğrendiklerine ilişkin geceden çıkıp gelirken sonradan yaşadıklarına dair derse neler taşıyıp getirdiklerini çok merak ederim. Anlattıklarını ve içlerinde tınılarını bırakmış hangi dilenilmemişsoruların hala çınladığını dinlemeyi öğrendiğimde, öylesine konuya devam etmeme bakımından bana esin kaynağı olurlar. Tersine onlarla bağlantıları bulmaya çalışırım ve buradan ileride uğraşarak daha da büyüyebilecekleri canlı kavramları kazanmaya gayret ederim.Bu işitme, her öğretmenin bildiği bir eş titreşim fenomenidir. Ele alıp işlemekte olduğumuz konu içeriği aniden, planlamış olduğumuzun veya öğretim planının isterilerinin çok ötesine geçen bir derinlik, bir renk ya da yeni bir boyut kazanır. Öğrencilerin hatırladıklarının ‘nasıllığı’ için artan dikkat sayesinde oluşan mekânda, sezgi mümkün olmaya başlar veya daha kullanışlı bir kavramla ifade etmek istersek: Öğrenme, herkes için bilinçli bir soğukkanlılık deneyimi haline gelir ve buradan da şu güven gelişerek büyür: Ben, dünyayı gerçekten anlayabiliyorum!
İşte dönemsel dersler, bu tür öğrenme ve ders verme için harika imkânlar sunar, çünkü çocuklar bunların elbette ertesi sabah süreceği beklentisiyle yatağa girerler. Eğer bunun için belli bir heyecanla sevinç duyabilirlerse, içeriklerle sadece bilişsel bilgi biriktirme yoluyla mümkün olandan çok daha yoğun biçimde bağlantıya geçerler.Konu içeriksel ipin ucuyla yeniden bağlantıya geçildiğinde, dönemsel dersler arasındaki bu “unutuş” ve hatırlama, çok daha büyük bir yay dâhilinde tekrarlanır. Dönemsel bir derse başlarken bir sınıfın, örneğin hesap yaparken, genelde son aritmetik dönemsel dersleri sırasında öğrendiklerinden çok daha fazlasını hafızalarından beceri, olarak bulup çıkarabildiğini yaşamak gibi şaşırtıcı deneyimler de yaparız. Resimsel olandan çocukların fantezisine hitap eden öykülere, bir deneyden ya da başka faal algılamadan önce tekrar eden tanımlamaya, çizime ya da biçimlendirmeye geçiş ve ancak ondan sonra bir gece uykusunun ertesinde, kavramsal açıklama ve beyana başlama yönünde Waldorf okullarında uygulanan metodik manevra, işte bu tarif edilen derinleşmeye mekan sağlar.
Meditasyon aşamaları
Hazırlık, malzeme toplamaktan resim oluşturmaya ve oradan ertesi sabah çocuklardan gelen düşünce ve sorular için artan dikkate kadar uzanır. Bu sayede içinde beklenmeyenin ortaya çıkacağı bir atmosfer oluşabilir – bilinçli bir soğukkanlılık ile tinsel hazırcevaplılık. Bu üç adımlı aşama, belirsiz bir duygusal uyuşukluğa değil, tersine bilgi oluşumunda niteliksel bir artışa neden olur. Ancak bu metodik aşamaları insan, hemencecik kendisine mal edemez. Bu evet sonuca da yönelik, ama her şeyden önce başlı başına alıştırmaların kendisine bağlı olma avantajı bulunan bir alıştırma yoludur. Ve bu daha ilk denemede başlar. Malzemeden resme ve onun üzerinden “işitmeye” geçişten, tinsel hazırcevaplılığa kadarki yol, RudolfSteiner’in İmgeleme, Esinlenme ve Sezgi sözleriyle tanımladığı daha yüce kavrayış basamaklarına denk düşer. Ve bunların istidat olarak her insanın içinde verili olduğunu, ancak bunları hedefe yönelik geliştirmek için özel dikkat ve itina gerektiğini söylemiştir. Bununla beraber bu kavrayış basamakları belki de insanın başlangıçta tahmin ettiğinden çok daha yakındır.
Nesnelerin tinsel özünden bazı şeyleri önceden sezmeye elverişli canlı resimler bulmak anlamına gelen hazırlık yolundan zaten, imgeleme sözcüğünün anlamı ve önemiortaya çıkmaktadır. Meditatif bir bağlamda bu, bilgelik ve sevginin ışık ile ısıyla olan ilişkisi üzerine derin düşünceye dalma olabilir ya da taşlı dikenli bir yolda erişilen saflık için simge olan bir gülün resmine derin dalınç da. Çocukların henüz dillenilmemiş soruları için artan dikkatin bir ön basamak olduğu esinlenme ise, hissetme içine daha derine çıpalanmıştır. O imgelemenin ötesine geçer. Çocukların resimler üzerinden yaşadıklarını veya yaşamış olduklarını fark ettiğim zaman, artık (sadece) kendimi hissetmem, tersine çocuklar aracılığıyla bana konuşan dünyayı da fark ederim. Duygu, kendisini arındırarak algılama organına dönüştürür.
Ön basamağı tinsel hazırcevaplığın deneyimlenmesi olan sezinlemede, gündelik bilincimiz için gerekli olan alışılagelmiş özne – nesne ayrımı kalkar, bilme ile bilinen artık birbirleriyle karşı karşıya değillerdir. Pek çok mistik ya da ermiş bunu tarif ediyor. . Dostoyevski kısa ve öz şöyle der: »Sevgi, görmeyi sağlar« – Ayrıca Steiner da. Dinsel bağlamda birlik buna denk düşer. RudolfSteiner»Özgürlük Felsefesi« kitabında bu konuya gönderme ile şöyle der: »İnsanların hakiki birliği, gerçeklik içinde ideanın farkına varmaktır.« Meditasyonun aşamalarını özetlersek, yol önce bilinçli olarak tahayyül edilip oluşturulan ve işinin içine derinleştiği bir resme varır. Bunu başarabilirse, bu resmi içsel olarak hissedebilir ve bu duygulara gitgide resimden daha fazla dikkatini yöneltebilirse, sonunda buradan tinsel dünyanın önemli gerçekliğinin deneyimlenmesi ortaya çıkabilir. Normal yaşamda sadece sevdiğimiz bir insanla karşılaşma anında ya da noktasal olarak sanatta yaşadığımız hal, bir bakıma dünyanın kavrayışına ve bilinmesine dönüşür.
Füzyon reaktörü ya da sevgi yıldızı
Bir sabah bir dördüncü sınıf öğrencisi bana gelip, kışkırtıcı ve meydan okuyan bir bakışla şöyle dedi: »Güneş bir füzyon reaktörüdür!« ben bir gün önce hayretler içinde beni dinleyen çocuklara sınıfta eskiden balina avcılarını ve Jamaikalı yelkencilerin nasıl gökteki yıldızlara bakarak evlerinin yolunu bulup köylerinin limanına yanaştıklarını anlatmıştım.Öğrencim bunu akşam babasına anlattığında, babası da ona popüler bilimsel bir astronomi filmi göstermiş. Tabii güneşin füzyon reaktörü olarak tanımlanması, on yaşındaki bir çocuk için mekanik bir redüksiyon, bu indirgeme sadece fanteziyi öldürücü etki etmekle kalmamakta, tersine aynı zamanda ona entelektüel olarak fazla yüklenmektedir. Çocuğa, füzyon reaktörü nedir peki diye sorduğumda, ufak tefek bilgi kırıntılarını bir araya getirmeye çalıştığını gördüm.Bir modelin gerçeklik karakteri üzerine bu kadar söylemem yeterli… Öyleyse ne yapmalı? Ne modeli yadsımak istiyordum, ne de babanın otoritesini sarsmak. Ama çocuğun benden, kendisini bu varlıksal çıkmazdan kurtulmasına yardımcı olmamı nasıl da umduğunu hissetmemek mümkün değildir. Daha düne kadar güneş, koskocaman bir varlıktı, şimdiyse bir mekanizmaya indirgenmişti. Böylece bütün bunları kucaklayıp kapsayacak bir resim arayışına girdim, üstelik acelem vardı, zira bu konuşma şu anda oluyordu.Çocuğa, bir insanı sevdiğini nasıl fark ettiğini sordum. O da bana kalbini gösterdi. Birisini sevdiğimiz, ondan hoşlandığımızda, nasıl da kalbimizin ısındığını hissettiğimiz üzerine konuştuk. Sonunda şöyle devam ettim: »Güneş o kadar çok sevgiye sahip ki, oluşturduğu ışık ve ısı bütün hayvanlar, çiçekler, balıklar, kuşlar ve bütün insanlara yetebiliyor. Ve bir insan diğerini sevdiğinde ve ona karşı iyi ve güzel duygular beslediğinde, bu ışık ve ısının bir kısmını alıp yeryüzüne taşıyor, ta ki kendisi de zamanı gelip bir yıldıza dönüşünceye kadar.« Böyle küçük bir imgeleme, açıklama modelleriyle çelişkiye girmeden büyüyebilir sonra ve daha ileride uyanan analitik düşünce tarafından da kavranabilir.
Özgürlük günümüzde sıklıkla mesafe koruma yeteneğiyle karıştırılıyor. Oysa bu sadece kendi kararıyla yeni bağlantı oluşturan daha derin bir özgürlüğün ön koşuludur ancak. Çocukların, erişkinlere ait verili, bitmiş, hazır bilgilerden çıkıp kavrayışa giden kendi yollarını yürüyebilmeleri için, kendi başına düşünmeye yol açacak uyaranlar olarak resimlere ihtiyacı var. Özgürlük, sıklıkla zaman zaman da bile isteye karıştırıldığı keyfilik, başına buyrukluk ve lalettayin davranma arasında bir denge bulma faaliyeti, bir ip cambazlığıdır. Kendine özgürlüğü düstur edinen bir pedagoji, denge bulma alıştırmaları yaparsa, iyi olur. Çünkü ileriye giderken daima yeniden dengeyi bulabilme yeteneği, yalnızca her iyi pedagojinin temeli olmakla kalmaz, aynı zamanda her yaşama sanatının da temelidir. Ve işte tam da bu sanat, bizleri donakalıp katılaşmaktan veya uçup yitmekten alıkoyar – hem yaşamda hem de okulda.
Henning Kullak-Ublick (Kaynak – Eğitim Sanatı dergisi 11/2015)
Türkçesi: Tarhan Onur